28.1.06
in the backseat
i like the peace in the backseat
i don't have to drive
i don't have to speak
i can watch the country side
and i can fall asleep
my family tree's loosing all its leaves
crashing towards the driver's seat
the lightening bolt made enough heat
to melt the street beneath your feet
alice died in the night
i've been learning to drive
my whole life i've been learning
i like the peace in the backseat
i don't have to drive
i don't have to speak
i can watch the country side
i don't have to drive
i don't have to speak
i can watch the country side
and i can fall asleep
my family tree's loosing all its leaves
crashing towards the driver's seat
the lightening bolt made enough heat
to melt the street beneath your feet
alice died in the night
i've been learning to drive
my whole life i've been learning
i like the peace in the backseat
i don't have to drive
i don't have to speak
i can watch the country side
27.1.06
rayuela
diri gömülen
"... Ama yazmak için en küçük bir his, ya da gelip geçici en küçük bir hayal yok; yaşamımı baştanbaşa açıklamalıyım, o da mümkün değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamımın bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığımı oluşturmuş. Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış gibi yanıyor, kıvranıyorum. Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu! Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak..."
sadık hidayet
sadık hidayet
26.1.06
geri dönüşüm kutusu
Geçmişe dair hatırlama çalışmalarımın beni ulaştırdığı kesin sonuç şu: Hep, uzun süre, bir şeyi unutmaya çalışmışım. Sonunda başarılı olmuşum: kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyorum unutmaya çalıştığım şeyle ilgili! Ama bir zamanlar o şeyi unutmak için öldüğümü, onu unutmak için her şeyimi verebileceğimi o kadar net hatırlıyorum ki. Neydi o? İçimde korkunç bir merak var. Bunu kesinlikle böyle planlamış olamam; çünkü hiçbir anlamı kalmadı unutmamın. Şimdi hayatımın kalanını unuttuğum şeyin ne olduğunu hatırlamaya çalışmakla geçireceğim..
23.1.06
davetsiz
Geldi. Kapıyı çaldı. Kimseyi görmek istemediğimi söyledim içimden. Duymadığı için ısrarla kapıyı çalmaya devam etti. Bilgisayar ekranının karşısında hiçbir şey yapmadan bekledim. Ekrandaki metni kaçıncı kez okuduğumu bilmiyordum. Başa dönüp tekrar okumaya başladım. Kapının çalışıyla metnin akış hızı arasındaki inanılmaz uyum, yerimden kalkıp kapıyı açmama engel oluyordu. Kapının önünde bekleyenle ilgili hiçbir şey düşünemiyordum. Uzun süredir kimseyle görüşmediğim için garip bir korku kaplamaya başlamıştı içimi. Dışarıdakileri tehlikeli buluyordum. Günlerdir evden çıkamadığım için dışarıdan biriyle paylaşabileceğim hiçbir şey yoktu. Üstelik olan bitenle ilgili en ufak bir merak duymuyordum. Kendime çok alışmıştım. Her gün aynı şeyleri yapmaya, öğleye doğru uyanıp geceden açık unuttuğum lambayı söndürmeye, terliklerimi giyip banyoya giderken beni izleyen aynaya elimde olmadan bir bakış atmaya, çok kötü, çok çirkin göründüğümü düşünüp daha yüzümü bile yıkamadan duşa girmeye, suyun altında kendimi güzel ve dinç hissetmeye, duştan sonra fındıklı kahve karışımını daha sonra defalarca dolup boşalacak kahve fincanına hızla döküp her defasında içmeye uzun süre ara verdiğimden soğuyup tadı kaçtığı için yarı dolu fincanları mutfaktaki lavaboya dökmeye, bir şeylerle meşgulken ağzımda taşımayı beceremediğim, dumanı gözlerime girdiği için sinirlerimi bozan sigarayı içmekten vazgeçip kahveyle boyanan lavaboda söndürmeye, izmariti atacak yer bulamayınca apartman boşluğuna açılan pencereden aşağı atmaya, aşağıda yarattığım manzarayı görmek için pencereden aşağı bakmaya, izmaritleri saymaya çalışırken karşı pencerede beni izleyen kadını görmemle pencereyi hışımla kapatmaya, bu kadının başkalarını izlemekten başka işi yok mu diye ve birazdan, aç karnına içtiğim sigara ve kahvenin iştah kapatıcı etkisi azalmaya başlayınca ne yiyeceğim diye düşünmeye, dolaptaki birkaç domates, birkaç biber, biraz beyaz peynir, biraz zeytin ve biraz da çikolatayla farklı bir şey yapılamayacağı için bir önceki günün kahvaltısını tekrarlamaya, yemek yerken odanın boş bir otoparka bakan penceresinden dışarıyı izlemeye, kaç gündür kimse aramıyor diye düşünmeye, ağlamaklı olup yemeği bırakmaya, sonra ruh halime uygun bir şarkı seçip tekrar tekrar dinlemeye, yan dairede oturan yaşlı kadın ve yaşlı kızının ne düşündüğünü bilmenin verdiği zevkle hoparlörlerin sesini açmaya, bilgisayar ekranının çok tozlandığını düşünüp hiçbir şey yapmamaya fena halde alışmıştım. Metnin sonuna doğru yaklaşırken kapıdaki elin yorulduğunu ve birazdan vazgeçip geri gideceğini düşündüm. Ama vazgeçecek gibi değildi. Birazdan, metni kaldığı yerde bırakıp kapıya doğru yürüdüm. Kim o demeden kapıyı açıp kapıdakini sevindirmek ve şaşırtmak istiyordum. Sürpriz yapmaya çalışan bir insanın beceriksizliğiyle kapıyı açtım. Yüzümde salakça bir gülümseme vardı ve buna engel olamıyordum. Nedense, kapının önünde kimsenin olmamasına pek şaşırmadım. Beni sıkıntıya sokan bir düşüncenin birden kaybolması gibiydi. Kapıdaki gitmişti. Üstümden büyük bir yük inmişti.
19.1.06
to my dream brother..
in a dream i saw you walking like a kid alive and talking, that was you. in the classroom you were teaching, on the streets you were policing; that was you. to the one i now know most i will tell them of your ghost like a thing that never, ever was. and all that ever mattered will some day turn back to batter like a joke. behind thin walls you hid your feelings take four legs to make a ceiling, like a thing in a dream i saw you walking with your friends alive and talking; that was you. well i saw it in your movement and even though you never knew it well, i knew, just how sweet it could be if you'd never left these streets. you had me worried! so worried that this would last. but now i'm learning learning that this will pass..
bir gün bir şey yapacaktım demiştim bir yerde. sanırım onu yaptım ve sonuç hiç beklediğim gibi olmadı. bütün bu yükü üstümden atar rahatlarım sanıyordum. şimdi korkunç bir yok olma isteğinden başka hiçbir şey yok içimde. neyse ki her şeyin bir sonu var ve bu da senin sonun. orda o küçük noktaların arasında sıkışıp kaldın. şimdi sanki bütün bir hayatı boşa yaşamış gibiyim. ama biliyorum bütün bunlar geçecek. my dream brother.
bir gün bir şey yapacaktım demiştim bir yerde. sanırım onu yaptım ve sonuç hiç beklediğim gibi olmadı. bütün bu yükü üstümden atar rahatlarım sanıyordum. şimdi korkunç bir yok olma isteğinden başka hiçbir şey yok içimde. neyse ki her şeyin bir sonu var ve bu da senin sonun. orda o küçük noktaların arasında sıkışıp kaldın. şimdi sanki bütün bir hayatı boşa yaşamış gibiyim. ama biliyorum bütün bunlar geçecek. my dream brother.
18.1.06
sonsuzluk
dün akşam birden bire gözümün önüne geldi parka giden yol. çocukluğumda yaşadığım mahallede evimize yakın olan tek parktı. parka giden yolu hala ezbere biliyormuşum onu farkettim ve yolun üstünde köşedeki kahveyi. gözümü açtığımda o parkta olmak istedim, çok büyük bir istekti bu. koşa koşa gidesim geldi, öyle yani. zaman zaman aklımdan geçiyor gidip o sokaklarda tekrar yürümek, salak salak etrafa bakmak: aa noolmuş buralara böyle. ama korkuyorum, belki hatırladığım gibi kalması daha iyi olur her şeyin.
bir de dün akşam işten çıkmış vapura doğru yürürken hayatımda ilk defa şunu hissettim: keşke hep böyle yaşamaya devam etsem, yani ölüm diye bir şey olmasa hiç, razıyım böyle her gün aynı şeyleri yapmaya, işe gidip işten dönmeye, üstelik her seferinde aynı yolu kullanmaya ve köşede ucuz parfüm satan adamı hep aynı yerinde görmeye de razıyım, vapurları da yine böyle çok kötü kullansın kaptanlar, üşüyeyim, hava soğuk olsun, param bitsin aç kalayım, borcum olsun ödeyemeyeyim ama sürsün işte.. böyle bir duyguydu. çok garip geldi, fazla iyimserdi, alışık değildim buna. belki de değişiyorum dedim. bilmiyorum ki.
bir de dün akşam işten çıkmış vapura doğru yürürken hayatımda ilk defa şunu hissettim: keşke hep böyle yaşamaya devam etsem, yani ölüm diye bir şey olmasa hiç, razıyım böyle her gün aynı şeyleri yapmaya, işe gidip işten dönmeye, üstelik her seferinde aynı yolu kullanmaya ve köşede ucuz parfüm satan adamı hep aynı yerinde görmeye de razıyım, vapurları da yine böyle çok kötü kullansın kaptanlar, üşüyeyim, hava soğuk olsun, param bitsin aç kalayım, borcum olsun ödeyemeyeyim ama sürsün işte.. böyle bir duyguydu. çok garip geldi, fazla iyimserdi, alışık değildim buna. belki de değişiyorum dedim. bilmiyorum ki.
edit: dondante de bugünün şarkısı oldu. teşekkürler cronopio.
6.1.06
hastalık
“Bir şeyin gerçekten varolduğunu kim
aklında hiçbir şüphe uyanmadan savunabilir?..”
Bir hastalığa yakalanmıştım. Evin hiç girmediğim, kapısı hep kapalı duran bir odası vardı. Kapıyı açtım. Üzerime doğru gelen, beni içine almaya çalışan şeye direniyordum. Bir şeyleri değiştirmeye gücüm yoktu. Ya da artık değişmesin istiyordum. Günün belli belirsiz anlarında herkesten habersiz aynı şeylere bakıp başka şeyler gören biri gibi şaşkın oluyor, ama bunu kimseye beli etmemeye çalışıyordum. İyi bir işim vardı. Gün boyu beni kendimden uzaklaştırma potansiyelini çoğunlukla koruyordu. Ofiste benimle aynı odada oturanın benimkine benzeyen bir hayatı yoktu. Onu net görüyordum ve hiç kafamı karıştırmıyordu. Evinin bütün kapıları açıktı ve hepsi tek bir yere açılıyordu. Şimdi burada her kapının arkasında başka bir kapı var.
Her şeyin iç içe geçtiği ve hiçbir şeyin başının ve sonunun belli olmadığı bir hastalıktı bu ve sürüyordu. Uzun sürmez demişti doktor. Doktorlara inanmaktan vazgeçeli çok olmuştu. Onların aslında hiçbir şeyi iyi bilmediğine inanıyordum. Bana bakışlarındaki “senin gibi neler gördüm ben hepiniz aynısınız” imasının altında yatan çaresizliklerini ve boşluklarını görmüştüm bir kere. Hiçbirimiz aynı değildik.
Karşı apartmanda perdeleri çıkarılmış bir odaya bakıyorum. Perdeler yeni yıkanmış ve arka balkonda kuruyor olmalı. Televizyon açık, görüntü titrek. Odanın içinde tek başına oturanın yalnızlığı üzerime bulaşıyor.
Herkesten bir şeyler bulaşıyor ve hep kime ait olduğunu bilmediğim garip duygularla yaşıyorum. Beyaz çerçeveli pencereleri olan mavi bir bina var, binanın göğe en yakın ucunda bir karga oturuyor. Bu hastalığa ne zaman yakalandığımı bilmiyorum. Hatırlamaya çalıştıkça hep daha geriye gitmem gerekiyor; sanki hep benimleydi. Bazen elimde bir tabancayla görüyorum kendimi, tabanca kafamın içine doğru ateş alıyor. O an yaşadığım duygu işte hepsi buydu oluyor. Hayali ve saçma sapan bir ölüm kurgusu.
Televizyonlu odanın çaprazındaki balkonda haftalardır bekleyen çamaşırlar var. Kim yıkadıysa unutmuş onları kaldırmayı. Kahverengi kareli bir elbise, lacivert bir pantolon ve renkli çoraplar. Çamaşırların yalnızlığından kaçıyorum.
Mutfaktan gelen sesleri sevmiyorum. Beni huzursuz ediyor. İçeride kimin olduğu önemli değil; birbirine çarpan tabakların, tencerelerin ve bardakların çıkardığı soğuk sesler.. Mutfaktakinin yalnızlığını içimde taşıyorum.
Bir gün her şeyin biteceğini bilsem de sonsuz bir korkuyla ve zayıflıkla yaşıyorum hiçbir şey aslında hiç bitmeyecekmiş gibi! Üstelik tam olarak kim için bu korku onu da hiç bilmiyorum.
Avluları hep sevmişimdir. Binaların arasında kalan geniş ve düz boşluklar. Eski evlerimizin bir avlusu yoktu, şimdikinin de öyle.